Her şey, önceden planlanan adımlar çerçevesinde, 2010’lu yılların başında sahneye konulan ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki bir kısım Arap ülkelerindeki, insan hak ihlallerine karsı yaşanan protesto, ayaklanma ve şiddet olaylarıyla başladı. Başlangıçta Tunus’taki yolsuzluklar ve ekonomik durgunluğa yanıt olarak başladığı ifade edilen hükümet karşıtı protesto ve şiddet olaylarının ateşi, kısa sürede Libya, Mısır, Yemen, Suriye ve Bahreyn’e ulaştı.
İsyana dönüşen protesto ve şiddet olayları sonrasında, Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali, Libya’da Muammer Kaddafi, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve Yemen’de Ali Abdullah Salih devrildi. Bu ülkelerin yönetici koltuklarına siyasal İslamcı militanlar oturdu.
Takip eden yıllarda benzer gelişmeler Cezayir, Irak ve Sudan’ı ve Lübnan’ı etkilemeye başladı.
Protesto ve şiddet olayları sonucunda yüz binlerce insan öldürüldü, ülkelerin kurumları yağmalanarak talan edildi. Yaşanan iç savaşlar, kadim topraklarda tarihsel köklere sahip mezhep savaşlarını tetikledi, siyasal islamcı, selefi cihatçı silahlı grupların önünü açarak güçlendirdi.
Protesto ve şiddet olaylarına karşı, iç politikalarında hazırlıklı, temkinli ve karşı atakta bulunan, gösterilen şiddete karşı şiddetle cevap veren ve şiddete yabancı olmayan, devlet terörünü de bilen ve iyi kullanan, kimi ülkelerin yöneticileri direnç göstererek koltuklarını koruyabilmiş, ancak ülkeleri iç savaşla karşı karşıya kalmıştı. İç savaşlar bu ülkelerde çok şiddetli yıkıma, kan ve gözyaşı ile milyonlarca insanın yaşamına neden olmuştu. Bir kısım ülkelerin yönetimleri ile birlikte sınırları da değişmeye yüz tutmuştu.
ABD eski dışişleri bakanlarından Condoleezza Rice, Arap Baharı'nın başlamasından çok önce 2003 yılında ulusal güvenlik danışmanı olduğu günlerde yazdığı bir makalede “Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırları değişecek” demişti. Bu kısacık cümle dahi ABD’nin Orta Doğu’daki niyetini ortaya koymaya yeterliydi.
Görülmeye başlanan yaklaşık yarım asırlık hesap, bu ülkelerin altını üstüne getirecek, yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın yerinden ve yurdundan koparak göçüne neden olacaktı.
Yaşanan bahar ve izlenen politikalar, başta ABD, İngiltere Fransa ve vaad edilmiş toprakları hedefleyen küçük şeytan İsrail’in bu bölgedeki niyet, politika ve çıkarlarına uygundu. Şimdi ise yıllarca süren bu başkaldırış ve karşı duruşun hesabı görülüyordu. Arap Baharı adlı senaryonun kılıfı da hazırdı; “insan hakları” (!)…
Arap baharı, insan olma erdeminin dahi yaşanmadığı, insan hakkı kavramından bihaber Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve BAE gibi ülkelerde hissedilmedi. Onların bahara ihtiyacı yoktu. Zaten bahara bezenmiş ve demokrasinin beşiği olan bu ülkelerin sıcak iklim nedeniyle başka bir baharın götürülmesine de gerek olmayan ülkelerdi.
Arap Baharı'nın yaşandığı ülkelerin geneli, öncesinde batılı emperyalizme mesafeli davranmış, siyasal olarak SSCB’ye daha yakın bir çizgi izlemiş ve politika geliştirmişti.
Çok daha öncesinde, 20. Asrın başında Anadolu’da yaşanan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ve savaşı, bu ülkelerin kadim halklarına esaretle yaşanamayacağının ipuçlarını verdiği gibi, Atatürk dönemi Cumhuriyet'i yol gösterici de olmuştu.
İzlenen politikalar bu ülkelerde başka bir baharın kapılarını açmış, baharın güneşi Arap milliyetçiliği de bu ülkeleri ısıtmaya başlamıştı. Bu ısınan hava da direkt batılı emperyalistlerin çıkarlarını tehdit eden mahiyetteydi.
Suriye, Arap Baharı'na maruz bırakılan ülkeler içinde en direngen olanıydı. Yarım asrı aşan bir hesabın görülerek bu ülkeye diz çöktürebilmek için, emperyalist güçlerin silahlandırdığı, eğitip donattığı, kafa kesen, kadınlara tecavüz eden selefi çeteler birleştirilmiş, ülkenin genelinde kargaşa ortamın verdiği karışıklık ve şiddetle sarmalanan Suriye’nin ve Irak’ın bazı ekonomik damarları bu grupların kontrolüne geçtiği dönemde, örgütün finansmanı da sağlamışlardı.
Ortak düşman Baas iktidarına karşı cihat zamanının geldiği, şeytanın ayakları tarafından, gerekli tazyiki de sağladı.
Cihat hareketi başlatılmadan önce, İsrail eliyle yapılan saldırılarla ülkedeki tüm askeri ve sınai tesisler yok edildi. Bu atak, yeni iktidara güvenin ve Suriye’yi kendilerine muhtaç, nasıl bir kukla ile yönetmek istediklerinin somut göstergesiydi.
Emperyalizm ve onun sacayaklarını oluşturan ABD, İngiltere ve Fransa, 60’lı ve 70’li yıllarda Güney Amerika, Uzak Doğu, Asya ve Afrika ülkelerinde, o ülkelerin diktatörleriyle beraber, o ülke halklarına da kan kusturmamış mıydı? Yerli ihanetçi yöneticilerle birlikte o ülkelerin tüm zenginliklerini talan etmemiş miydi?
Eski ABD dışişleri bakanlarından Henry Kissinger ne demişti; “Amerika iki sebeple güçlüdür. İlki, ülkesindeki vatan hainlerini bulur, öldürür. İkincisi de diğer ülkelerdeki vatan hainlerini bulur ve kullanır”… Bu cümlenin tamamına katılmamak mümkün değildir.
Ne yazık ki, ülkemizde bu Arap Baharı safsatasının ilk sahnelendiği günlerde, bazı sol gruplar dahi, bu aldatmacayı savunuyordu.
Suriye’de yıllardır devam eden iç savaş ve şimdilik sonlandı. Akabinde ABD, donatıp beslediği cihatçıların ülkeye hâkimiyet sağlanmasından sonra, dün terörist olarak yaftaladığı, kellesine yüklü tutarda ödül vaat ettiği çete başı Ebu Muhammed el Colani’yi, yumuşak ve esnek ifadeleri sonucunda affettiğini açıkladı.
ABD Başkanı Biden, Esad’ın düşüşünün, ABD’nin eylem ve politikalarıyla doğrudan ilintili olduğunu söyledi. Netanyahu ise Suriye’nin düşüşünü İsrail’in eylem ve çabalarına bağladı. Her ikisine katılmamak mümkün değil. Burada eksik kalan, şeytan ocağının üçüncü sacayağı İngiltere’nin payının da az olmamasıdır.
Tamamlanan birinci perdeden sonraki ikinci perdede, Suriye’deki irili ufaklı onlarca cihatçı örgütün hâkimiyet ve üstünlük savaşları sonucunda kanın gövdeyi götürmesi muhtemeldir.
Muhtemel yeni savaşların taraflarına da, yeterli oranda silah ve mühimmat desteği verileceğine kuşku yoktur. Zira iyice güçten düşen ülkeleri dışardan yönetmek ve bağımlı kılmak daha da kolay hale gelecektir.
Üçüncü perdede ise emperyalistlerin Orta Doğu’ya hâkimiyetlerini iyice tahkim etmesi ve küçük şeytanın vaat edilmiş toprakları genişletmesi beklenmelidir. Merak edilen ise, sıranın Orta Doğu’nun hangi söz dinlemeyen ve biat etmeyen ülkesine geleceğidir.
Ben küçük şeytanın adını verdim. Büyük şeytanın adını da siz koyun…