Ülkemizde son yıllarda sıkça yinelenen, belki bizlerin de bu büyük koroya biraz uzaktan eşlik ettiğimiz bir söz var; “Demokrasi herkese, her zaman lazım.” Bu tümcenin artık sözü aşarak çığlığa dönüştüğünü söylersek sanırım abartmış olmayız.
Belki de en çok duyduğumuz bir dönemde bu sözün, bizim gibi “Emek, Özgürlük ve Demokrasi” mücadelesi içinde olanlar dışında değişik iş, meslek ve katmanlardan geldiğini duymak içimizi ferahlatıyor.
Ülkemizde geçim şartları zorlaştıkça, çarşı pazar fiyatları mutfaklarda et yerine dert kaynattıkça ve en önemlisi olan iktisadi veriler her geçen ay, hatta her gün daha da olumsuz sonuç vermeye devam ettikçe, iktidar politikalarının eleştiri yağmuruna tutulduğu bir dönemi de yaşıyoruz.
İşçilerin, kamu emekçilerinin, emeklilerin, köylünün ve esnafın feryadına, yer yer toplumdaki değişik meslek ve statü sahiplerinin de eklendiğine tanık oluyoruz. Nitekim düne kadar toplumun orta direği olarak kesimler, tepki selinin ön sıralarına gözünü dikmiş durumdalar.
Toplumun değişik meslek ve katmanlarından gelen tepkilere bir yenisi daha eklendi ki, bugüne kadarki eleştirileri geride bırakarak ülkemizin gündemine “cuk” diye oturdu.
Bu yeni tepki, patronlar kulübü TÜSİAD’dan…
TÜSİAD, aynı TİSK ve TOBB gibi patronlar sınıfının “hak” ve “çıkarları” için faaliyet sürdüren bir İş insanları örgütüdür.
Bu yeni eleştirinin vahameti, patronlar sınıfından bir örgütün, belki de ilk kez bu kadar gerçekçi ve görünür bir tarzda, milliyetçi, muhafazakâr ve liberal iktisatla sarmaş dolaş sağ bir iktidarın icraatlarını hedeflemesidir.
Eleştirinin içeriğine göz attığımızda, büyük kısmına hak vermemek ve katılmamak mümkün gözükmüyor. Tabii ki gönül, daha önce değişik meslek, katman ve sınıfların haklarını da aynı gözü karalıkla savunmuş olmalarını isterdi. Keşke demokrasinin herkese adil olarak uygulanmasını dile getirebilselerdi, bizler de karşı sınıfın nüveleri olarak bu eleştirilere güçlü destek verseydik.
Benim gibi ömrünün önemli bir kısmını işçi sınıfının hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek için mücadele yolunu seçmiş olan bir insana bu yaklaşımın tuhaf gelmesinin nedeni ise, yakın geçmişte gizli.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti'nin ekonomik temeli tarıma dayanmaktaydı. Devlet merkezi yönetiminin giderleri, savaşçı yeniçeriler ile devlet memurlarının maaşları devlet hazinesinden, saltanat ailesinin (sarayın) giderleri ise padişahın özel hazinesinden (hazine-i hassa) karşılanmaktaydı.
Devletin gelirleri, çoğunluğu köylülerin tarımsal faaliyetlerinden köylülerden toplanan vergiler, fethedilen ülkelerden elde edilen ganimetler ve savaş tazminatlarından oluşmaktaydı.
Duraklama dönemine kadar böylece sürüp giden ekonominin yanında, büyük üretim ve işliklerin olmamasına rağmen Osmanlı'da el sanatları ile küçük üretim biçimlerinin (esnaf ve zanaatkârlık) de ileri bir konumda olduğunu görüyoruz.
Avrupa, peş peşe gelen yenilik ve gelişmeler ile icatlar nedeniyle ilerlemeler sağlarken, Osmanlı hızlı adımlarla duraklama ve gerileme evresine girmiştir. Osmanlı'nın Avrupa’da üretilen mal ve hizmetlere ihtiyacı o günlerde başlamış ve bağımlılık da kendiliğinden ortaya çıkmıştı.
Bu bağımlılık sonraları Avrupalı girişimcilere ayrıcalıklar ile arkasından kapitülasyonlarınkapısını ardına kadar açmıştı.
Osmanlı'daki bu geri kalmışlık nedeniyle dünyaya ayak uydurmak için atılan adımlarda geç kalınmıştı. İktidara gelen İttihatçılar, Osmanlı'nın Avrupa karşısında zayıf ve geri kalmasının sebebi olarak, milli burjuva sınıfının olmamasını, ticaret ve sanayiinin yabancıların ve azınlıkların elinde olmasını görüyorlardı. Böylece kollar sıvandı, ticaret ve sanayide söz sahibi olabilmek için Müslümanve Türklerden burjuva sınıfı oluşturulmaya başlandı.
Yaklaşık yüz elli yıldır milli burjuvazi yaratma çabası devam ediyor. Cumhuriyet döneminde seçilen ekonomik rota olan “Karma Ekonomik Sistem”, Kapitalist üretim ve paylaşım modelinin kapılarını aralamıştır.
Cumhuriyet hükümetlerinde her gelen iktidarın kendi zenginlerini (burjuvasını) yaratma girişimleri aralıksız hayata geçirildi. İktidar sahipleri ülke zenginliği ve refahını değil, bireysel ekonomik gelişme ve zenginleşmeyi hedefledi.
Eski Başbakanlardan Adnan Menderes, “her mahallede bir zengin yaratma” projesiyle iktidara gelmişti. Turgut Özal’ın “ben zenginleri severim” sözü ve Tansu Çiller’in “her eve iki anahtar” vaadi de akıllara yer etmiştir.
Her iktidar döneminde yeni burjuvalar oluşturuldu, yeni zenginler ve iş adamları peydahlandı. Oluşturulan her burjuva ve iş insanları için kaynak ise devletin, yani ülkenin kamu kaynakları oldu. Kamu kaynaklarının pınarı ise, önceki dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun deyimiyle “halkımız, halkımız” dı...
İş insanları için en verimli, en karlı iş ve yatırım alanı kamudur. Kamu alanı, sermayeye aktarılan paranın, yeni zenginler yaratmanın pınarıdır.
Mevcut iktidar da kendi döneminde kendi yeni zenginlerini yarattı. Bir süredir kamunun ballı kaymaklı büyük işleri, seçilmiş adreslere teslim ediliyor. Eskilerin payı ise yeni zengin “iş insanları”na göre azalıyor. Eleştirinin bir sebebi bu olmasın?
Geçen haftalarda TUSİAD “demokrasi, hukuk, insan hakları ve ekonomik göstergelerin aşağı doğru eğilim göstermesi” deyince, iktidar ve partisi tarafından hedefe konuldu.
Bu söylemler yerinde ve değerli ancak, TÜSİAD yıllardır elde ettiği ballı kazançlara rağmen işçilerine haklarını vermemek için her yolu mübah sayan işverenler için ne der acaba…
TUSİAD Başkanı Orhan Turan ile Yüksek İstişare Kurulu başkanı Ömer Aras’ın, karın tokluğuna çalıştırılan işçilerin hak ve çıkarını savunan Bir Tek Sen Başkanı Mehmet Türkmen’in tutuklanması hususunda ne düşündüğü merak konusu… Mehmet Türkmen’in tutuklanmasına neden olan işyeri patronu, öteki iş insanlarının derneği MÜSİAD üyesi olabilir. Ancak fark etmez, patronlar çıkarları ortaklaştığında her zaman bir araya gelebilme becerisini gösterir.
TUSİAD yöneticileri, işçiler ve sendikalarının haklarını almak, insanca yaşanabilir bir ücrete ulaşabilmek için başvurduğu anayasal hakları olan grevlerin iktidar tarafından engellenmesi hususunda ne söyler acaba…
Bitmek bilmeyen iş cinayetlerini, hangi hak ve hukuksal çerçevede değerlendirirler…
İşçilerin sendika seçme ve örgütlenme haklarını insan hakkı olarak tanırlar mı?
İşyeri yetki uyuşmazlıklarının yargıda yıllarca sürüncemede kaldıktan sonra işçilerin aleyhinde sonuçlanması hususunda ne düşünürler; bunun yalnızca hukuku ilgilendiren bir sorun olduğunu mu?
12 Eylül cuntasından beri budanan, yandaşlar hariç ulaşılamaz hale getirilen sendikal haklar meselesine nasıl bakıyor, nasıl değerlendiriyor TÜSİAD, merak ediyoruz. Yoksa bunlar hukuk ve demokrasi meselesi değil mi?
Her zaman sorduğumuz gibi, kime ve hangi sosyal sınıfa göre demokrasi…
TUSİAD iktidara, iktidar da TUSİAD’ a muhtaç. Karşılıklı ne kadar atışsalar da, bunlar çift yumurta ikizidir. İktidar ile büyük sermaye bir birine muhtaçtır, ikisi de bir diğerini yok sayamaz. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan…
TUSİAD’ın bugünkü yöneticileri şu gerçeği biliyordur sanırım. Bugünkü kötülüklerin anası, 12 Eylül faşist cuntasıdır. Demokrasiyi katleden cunta, AKP iktidarının fikir babasıdır. Siyasal İslam’a iktidar yolunu açan Kenan Evren, miting meydanlarında Kuran'ı sallayarak Türk-İslam sentezini resmi ideoloji olarak belleyen ve belleten cunta lideridir.
TUSİAD, cuntaya açık destek vermiştir. Çünkü darbe, yükselen işçi sınıfı hareketi ile birlikte devrimci ve sosyalist hareketi ezip, sermayeyi kurtarmak için yapılmıştır.
Cuntadan önce TUSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanlığı'na seçilen Vehbi Koç, Kenan Evren’e yazdığı mektupta “Milli Güvenlik Konseyi”nin emrinde olduğunu belirterek, bu darbenin başta İşçi sınıfının sendikal örgütü DİSK olmak üzere kimlere karşı dikkatli ve düşmanca olması gerektiğinin altını çizmiştir.
Kriz, paylaşım. Kriz yeni liberal politikalar.
Bunlar geçici, yapmayın…
Kime göre Demokrasi ve İnsan Hakları!