İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, suç örgütü kurmak ve yönetmek, irtikâp, rüşvet almak, ihaleye fesat karıştırmak, hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek ve terör örgütüyle iş birliği suçlamalarıyla gözaltına alındı ve terör örgütüne destek dışındaki diğer suçlamalardan suçlu bulunarak tutuklandı, terör suçlamasından ise serbest bırakıldı.
Bu tutuklanma sonrası başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere tüm yurtta başlayan protesto ve gösteriler, üniversite öğrencilerinin çağrısıyla kitlesel bir boykota dönüştü. Ülkemizin özellikle kentlerinde alışveriş merkezleri, zincir mağazalar ile semt pazarları neredeyse boş kaldı. Bazı esnaflar ise, sanıyorum boykota destek olmak üzere kepenklerini indirdi. Kepenk indirmemiş olan kimi esnaf da müşteri kabul etmedi.
İngilizce kökenli bir sözcük olan boykotun TDK sözlüğündeki anlamı 1."Bir işi, bir davranışı yapmama kararı alma", 2. "Bir kimse, bir topluluk veya bir ülkeyle amaca ulaşmak için her türlü ilişkiyi kesme" olarak tanımlanıyor.
Ülkemizde boykotun yalnızca yaşadığımız döneme ait olduğu düşünülüyor. Oysa Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin başlarında dahi bilinen boykot sözcüğü ve uygulamasını, ülkemizde 68 öğrenci hareketleri ve 70’li yılların özellikle ikinci yarısından itibaren sıkça işitir olduk.
Araştırmacıların aktardığına göre yaşadığımız topraklarda ilk boykot 1908 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna Hersek’i ilhak etmesiyle başlamış oldu. Bu ilhak hareketine karşı düzenlenen boykot, “Fes Boykotu” olarak biliniyor. Yine araştırmacılar bu boykotta yerel halkın Avusturya mallarını satın almadığını, hamalların Avusturya-Macaristan Bayrağı açmış gemilere yük taşımayı reddettiğini, boykotun başlamasından 7 ay sonra Avusturya-Macaristan İmparatorunun Osmanlıyla masaya oturduğunu da belirtiyor.
1960 yıllardan itibaren öğrenci ve işçi hareketindeki gelişme ve yükselişle birlikte, boykotlar da yaygınlaştı. 1968 öğrenci eylemlerine damga vuran okul boykot ve eylemleri, 1969 yılında öğretmenlerin gerçekleştiği dört günlük öğretmen boykotu ve 1970’li yıllarda ivme kazanan boykotları üniversite işgalleri takip etti.
12 Eylül Faşist Cuntası sonrası derlenip toparlanan işçi sınıfı, hak kazanmak ve emeğinin karşılığını almak amacıyla, ara verilen yerden eylemlerini tekrar başlattı. 1989 bahar eylemliliklerinde özellikle kamu işyerlerinde işçiler, yemek yememe (yemek boykotu), servise binmeme, toplu viziteye çıkma ve şoförlerin kontak kapatması gibi pasif boykotlarla direniş sergilemişlerdi.
Ancak boykot sözcüğünün dilimizde kalıcı olmasını sağlayan eylemler, 1968 ve 70’li yıllarda öğrencilerin ülkemizde uygulanmakta olan politikalara karşı yürürlüğe koyduğu derslere girmeme ve okul boykotlarıdır. Benim de önce idrak edemeyerek, sonra önemini kavradığım bu eylem türü, belki de sınıfsal ve siyasi yönlenmemin sebeplerinden oldu.
Ankara Anıttepe Lisesi’nin ortaokulunda eğitimime devam ediyordum. Okula gittiğimiz bir gün, liselilerin derslere girmeyerek okulda boykot başlattıklarını öğrendim. Boykot o güne kadar bildiğimiz bir sözcük değildi. O gün duyduk ve sorarak anlamını da öğrenmiş olduk.
Sonraki aylar ve yıllarda sıkça duyacağımız, içinde yer alacağımız, hatta örgütleyicisi olacağımız bir eylem biçimiydi boykot.
Liseli öğrencilerin boykotu, bizler gibi birçok insanın toplumcu düşünceyle buluşmasının hızını artırmaya yaramıştı.
Sanıyorum lise sosyoloji ders kitabındaki bir ifade, öğrenci gençlik eylemlerinin dalga dalga yayılmasına neden olmuştu. Kitapta “bir işçinin şerefinin, bir doktorun şerefi kadar olamayacağı” iddia ediliyordu. Bu ifade nedeniyle başlayan olay ve eylemler birkaç gün sürdü. Okul önlerinde söz konusu kitaplar yakılarak protesto edildi. Boykotlar, şehrimiz Ankara’nın birçok okulunda gerçekleşti ve öğrenciler, diğer öğrencilerle kentin geniş meydanlarda bir araya geldi. Bizim okulumuzda ve kentimizde olduğu gibi, diğer kentlerin okullarında da benzer tepkilerin gösterilerek boykot yapıldığını öğrendik.
Bu gibi olay ve eylemler, bizlerin de adım adım toplumsal duyarlılıkla bu gibi eylemlere sıcak yaklaşmamızın nedenlerinden oldu.
Sonraki yıllarda boykotların arttığına tanık olduk. Biz ortaokul öğrencileri ile liselilerin, toplum polisi (frukolar) kuşatması nedeniyle okuldan dışarı adım attırılmadığı bir gün, sanırım Kahramanmaraş katliamı sonrası boykot örgütlemek bize düşmüştü. Tabii boykot sonrası iş ortaya çıkınca, disiplin kurulundan cezamızı aldık.
2 Nisan 2025’teki boykot, ülkemizde şimdiye kadar örgütlenmeye çalışılan en yaygın alışveriş yapmama, en kitlesel tüketim boykotlarından biri oldu. Sosyal medyada örgütlenen eylemde kredi kartı kullanılmaması, alışveriş yapılmaması eyleminin karşılık bulması sonucunda ciddi bir durgunluğun yaşandığını söyleyebiliriz.
2 Nisan tüketim boykotunun büyümesine, başta Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Özgür Özel olmak üzere diğer muhalefet parti liderlerinin vermiş olduğu destek ve olumlu yaklaşımların katkı sağladığını söyleyebiliriz.
İktidar çevrelerince bu boykotun çağrısını yapanlarla ilgili “vatan hainliği” ne varan suçlamalar üzerine, durumdan vazife çıkaran bazı savcıların harekete geçmesiyle, “kanunun gereğinin yapılacağı” tehditleri havada uçuşmaya başladı.
Boykotun başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira başarısız olma ihtimalini dahi kabullenmeyen iktidar çevresi, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, verilen talimatla bir kısım ticarethanelerdeki alışveriş görüntülerini televizyon ekranlarından vermeyi ihmal etmedi. Her ne kadar alışveriş yaptıkları işletmeler kendi yandaşlarının olsa da, verilen görev yerine getirildi.
Ancak alışveriş merkezlerinin boş, lokantaların tenha olduğu ve üç harfli marketlerin de içinde olduğu ticarethanelerin genelinde bir durgunluk yaşandığı gözle gözle görülür şekilde hissedildi.
Bu boykot eylemi, iktidar çevrelerince etkisiz olduğuna dair söz ve tavırlar ile savuşturulmaya çalışılsa da, toplumun ezilmiş ve emekçi katmanlarının boykotun sonucundan memnun olduğunu biliyoruz.
Bir boykot örneği de işçilerin sendikal mücadelesinden…
Ülkemizde işçilerin Anayasal haklarının, hak ve hukuk tanımaz patronlar (işverenler) tarafından ihlal edildiğine, ama bu patronlar hakkında hukuk tanımazlıklarına dair bir işlem yapılmadığına sayısız defa tanık olduk.
2007 yılında Balıkesir’in Susurluk ilçesindeki “Yörsan Süt Ürünleri Gıda Sanayii” işçileri, Anayasal hakları olan sendika seçme ve örgütlenme haklatını kullanarak Tek Gıda İş Sendikası'nda örgütlenmişlerdi. Ama hukuk tanımaz patronları 500 işçiyi birden sokağa atarak iş akitlerini feshetti.
Aylarca fabrikanın bulunduğu Susurluk’ta sevgili dostum Ömer Seyfettin Atılgan koordinesinde direniş sergileyen işçiler, haklarını almak için mücadelenin tüm aşamalarını hayata geçirdi.
İşçiler ve sendikaları, fabrikanın çevresinde jandarmanın baskısına rağmen mücadeleden vazgeçmedi. Tek Gıda İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, bu mücadelenin içeriği ile işverenin kanun tanımaz tavırlarını kamuoyuna anlatarak, işvereni sıkıştırmak amacıyla Yörsan ürünleri için diğer bir mücadele yöntemi olan boykotu başlattı. Boykot ve mücadelenin sonucunda Yörsan, ciddi bir pazar daralması yaşayarak satılmak zorunda kaldı.
Yörsan bugün başka işverenin sahip olduğu bir kurum. Yörsan işçilerinin sendikası, ilerleyen yıllarda Ankara’nın kışını yaza çeviren Tekel direnişi, Sütaş direnişi ve onlarca başarılı eylem ve grevlerle işçilerin haklarının arkasında olduğunu kanıtladı.
Yaşadığımız bu günlerde budanan haklarımızı tekrar kazanabilmek, emeğimizin karşılığı ile hak ve adaleti sağlayabilmek için, boykot dâhil yeni yeni eylem ve mücadele biçimlerini üretmek ve uygulamak zorunluluğu doğmuştur.